27 Şubat 2009 Cuma

"Catalonia is not Spain!"



"What I think is this, Catalonia is not Spain, it is something else, it is something you must feel! Barcelona is another story. When you arrive here from Arsenal, you are surprised to see so many people. It is a shock. You have to live it to understand it." (kaynak)

Bu sözler, Barcelonismo öğretisini iliklerine kadar hissetmiş birine, Thierry Henry'ye ait!


Bu sözleri duyunca yıllar evvel yaşanan bir hadise geliverdi aklıma. Adını hatırlayamıyorum. Bir yazıda okumuştum; kendisi 60'lı ya da 70'li yıllarda Beşiktaş'ta sağ€/sol açık oynayan bir abimiz. Yalnız "sağ/sol açık" yazmamın sebebi, her iki ayağını da çok iyi kullanmasından ileri gelmiyor. Anlatayım.
Şimdi ki İnönü'yü düşünelim: Maçların ilk yarıları hep deniz tarafındaki kaleye hücum eder ya bizim takım, ordan ele alalım. Bu abimiz ilk yarı sol açığa konuşlanıyor zira "halk" maçı şimdiki kapalı tribünden izliyor, diğer yanda ise şeref tribünü var. İkinci yarı ise "halkından kopamayan" abimiz bu sefer de sağ kanata geçiyor zira şeref tribünü önünde oynamak fena halde şerefine dokunuyor ve halkın izlediği tribünlerin önünde koşturmaya devam ediyor! (*Ne kadarı doğru ne kadar yanlış bilemiyorum ama çok histerik geliyor bana bu hikaye. Protokolden her daim uzak duran, sadece halkının önünde top koşturan ve bu uğurda farklı mevkilerde oynayan bir gönül adamı! Tam da Beşiktaş'a, Beşiktaş'lılığa uyan cinsten...)

Motamot uymasa da, çağın/takımların farklılıkları bariz bir şekilde ortada olsa da duyarlılık aynı duyarlılık. Aslında Henry, bu sözleriyle; Katalan halkının gerçeklerini içselleştirdiğini gösteriyor. En azından FC Barcelona forması altında salt spor yapmadığının farkında. İspanya'ya, Katalunya'ya, Fc Barcelona'ya çoktan uyum sağlamış ve "halkın önünde" top koşturmaya başlamış sanki!

24 Şubat 2009 Salı

"Bilinmeyen Dil"e Uygulanan Sansür ve Yankılananlar


(Sıcağı sıcağına yorum yapmak çoğu zaman çok sağlıklı olmuyor ama bu konuyu bir parça deşesim var.)

Bugün öğle saatlerinde Ahmet Türk, 21 Şubat'ın "dünya ana dil günü" olması vesilesi ile meclis grup toplantısı konuşmasının bir bölümünü Kürtçe yaptı. Böyle bir konuşma yapacağının haberi de 1 saat evvelden medya kuruluşlarına ve meclis başkanlığına duyuruldu. Türk'ün, Kürtçe konuşmasının başlangıcında da meclis başkanlığı yoluyla TBMM Tv, meclis kürsüsünden başka bir dil ile konuşma yapılamayacağını belirterek, yayını kesti.


Gelelim yapılan yorumlara:

Akp'li siyasiler vahim bir olay olduğunu belirttiler. Seçim yatırımı olarak gördüklerini belirtip Dtp'nin Kürt sorununu körüklediği konusunda fikir birliği yaptılar. Burhan Kuzu, Dtp'yi hukuksuzlukla suçlarken, başbakanın Kürtçe konuşmasını jest olarak değerlendirdi. Akp'nin 70 adet Kürt vekilinden ise ses çıkmadı!

Chp'liler meclis kürsüsünden Kürtçe konuşulamayacağını ve bunun büyük bir hata olduğunu belirttiler. Ama işin ilginci; bir adet Chp'li vekil, TMMB Tv'nin sansür uygulamasını eleştirdi!

Mhp'liler ise olayı tamamiyle yanlışlık olarak gördüklerini ve milli bütünlüğün bu şekilde yara aldığına dikkat çekti.

Dtp'liler ise Başbakan'ın Kürtçe konuşuyor olmasında herhangi bir problem olmamasına rağmen Kürtçe konuşan belediye başkanlarına, vekillere dava açıldığını, sansüre uğradıklarını belirtip ikiyüzlülüğe işaret etti.

Medyada meclis kürsüsünden Kürtçe konuşulma(ma)sının yasal zeminlerini hukukçuları ekrana taşıyarak gündeme taşıdı. Dtp'nin süren kapatma davasına etkisini ele aldı.


Yorumlar bunlar. Peki, kimse Ahmet Türk'ün Kürtçe konuşmasınında neler dediğine aldırdı mı, dikkat etti mi ve hatta 'ne demiş bu adam' dedi mi? Türk'ün, Kürtçe konuşmasında cezaevinde Kürtçe konuşamadığından dem vurup bir gün topluluk önünde ana dilinde konuşma hayalini Kürtçe dillendiriyor olmasını umursadı mı? Dillerin kardeşliğine yaptığı vurguya itibar etti mi? Ya herhangi haber sitesinde metnin tümüne rahatlıkla ulaşılabildik mi? Tabi ki koca bir hayır!

Gene şekillere, kalıplara o kadar çok odaklandık ki özü çoktan yok saydık. Hatta bu özü ortaya koyanlar bile bunu yok saydı!

Yüzbinlerce insanımızın anadilini rahatlıkla konuşamaması, konuşmak isteyenlerin ve hatta konuşmak zorunda olanların önüne adli engeller koyulması, Kürtçe'nin meclis zabıtlarında "bilinmeyen dil" olarak geçmesi, provakatif söylemlerle bölge insanı üzerine toplumsal baskı yaratmaları her zaman eleştirdiğim bir durum. Ötekileştirme politikalarının, ne motifi mermer ulan mermer'ci yaklaşımlarının kısaca burjuva siyasetinin ayak oyunlarının Kürt sorununa çözüm üretmediği aşikar; fakat akıl tutulmalı bu politikaların yanı sıra, Akp'nin Trt Şeş hamlesinin, başbakanın Kürtçe konuşmasının, Şiwan Perver/Ahmet Kaya açılımlarının ve tüm bunlara karşı üretilen Dtp hamlelerinin de sorununun özüne, çözümüne yönelik olduklarını söylemek çok mantıklı değil. Olsa olsa çözümsüzlüğe gidişatı hızlandıran bireysel, şovenist hamleler bunlar. Her iki tarafta yerel seçim arefesinde gündemi bulandırmayı kendine iş edinmiş, bu çok açık.

Bunların yanı sıra, devlet eliyle meclis kürsüsüne getirelen sansür ile de "Trt Şeş-Sansür" açmazı güpegündüz önümüze geldi. Aslında Ahmet Türk'ün bugünkü konuşması bir nevi turnusol etkisi yarattı. İktidar; anayasal değişikliklere gideceğine, demokratik açılımları geniş bir katılım ile yasama yoluyla halledeceğine şovenliğin cazibesiyle yüzeysel olanı seçip seçim meydanlarından Kürtçe seslenerek, "Kürt-Türk kardeştir" şiarının içini boşaltarak ağızlara gene "bir parmak" bal çalma yolunu seçti. Oysa ki aynı parmak, Sakarya'da Dtp'lilerin üzerine pompalı tüfekle saldıranları arkasına alıp Kürt'lere ayağınızı denk alın mesajı verirken sallanmış; aynı parmak, Umut kitabevine bomba atılması olayının üstünü örtmüş; aynı parmak, sınır ötesi operasyon için havaya kalkmıştı!

Sonuç olarak bu hamle, devlet/Akp (aralarında artık slash koyuyor oluşuma dikkat!) riyakarlığının ortaya çıkarılması ve saf(!) Türklerin Kürt sorununa bakış açılarının ne kadar sığ olduğunu anlama bakımından yerinde bir hareket oldu. Fakat aynı zamanda bu hamlenin var olan sorunun çözümüne direk etki etmediği, varolan husumetin katlanmasına, yaratılmak istenen doğu-batı ayrımının derinleşmesine katkıda bulunduğu da çok açık. Hele ki yerel seçimler öncesi yapılan bir manevra olduğunu da hesaba katarsak önümüzde daha çook netameli günler var gibi.

20 Şubat 2009 Cuma

Madde Madde Finlandiya'yı Sevme Nedenleri

  • Yıllar yılı devamlı olarak İsveç ve Rus istilaları yaşamalarına rağmen ne devlet eliyle ne de toplumsal baskılarla bu ülkelerin insanlarına karşı bırakın düşmanca davranmayı, aklıselimle yaklaşıyor olmaları. İnsan temelli dünya görüşüne sahibi olmaları. (Dipdibe olduğumuz, tarihte kimi ihtilaflar yaşadığımız, karşılıklı acılar çektiğimiz/çektirdiğimiz, tarih kitaplarında yerden yere vurduğumuz, mesafeli politikalar güttüğümüz ülkelerden/halklardan düşman bellediklerimizin, küfürlerimize sakız ettiklerimizin sayısını göz önüne alalım; düşüncelere dalalım.)

  • Bürokratik olarak araları çok alevli olmasa da yıllardır ihtilafı bulunduğu İsveç ile arasında bulunan ve İsveç'lilerin yaşadığı Aaland Adaları'nın; resmi olarak Finlandiya'ya bağlı olmasına rağmen ada halkının ve yönetiminin İsveç'e tabi olmasından, İsveççe dilinin kullanılıyor olmasında kesinlikle gocunmamaları, kompleks yapmamaları. (Hali hazırda; Kıbrıs, 12 adalar ve hatta cücük ebatlardaki Kardak adası sorunlarıyla mukayese etsem mi etmesem mi? Hmm...)

  • Soğuk savaş döneminde; ne Varşova ne de Kuzey Atlantik paktına girmeleri, tüm soğukkanlılıkları ile bağımsızlıklarını korumaları. Bunları yaparken; bırakın binlerce mil uzaktaki bir ülkenin üslerini ülkelerine kurulmasına izin vermelerini, diplerindeki Ruslara dahi eyvallah dememeleri. (Önce Nazi Almanyasıyla flört edişimiz sonrasında Amerikan süt tozuyla dış ve iç politikamızı Abd'ye devretmemiz, Gümrük Birliği/AB yollarında helak oluşumuz, yer yer Rusya ve İsrail yakın duruşlarımız, 6. Filo'muz, biricik İncirlik'imiz... Yaz yaz bitmiyor! E elini verdin mi bi kere kolunu kaptırmamak imkansız oluyor! Gıbta etmeye devam edelim.)

  • Yıllardır aynı coğrafyayı paylaştıkları burnu havada İskandinav üçlemesine (Danimarka, İsveç, Norveç) karşı tüm saflıkları, dürüstlükleri ile duruyor olmaları. ("İşi bilcen işi öğretmicen" mottosuyla yaşamak, akıllı olmak, cin olmak, adam çarpmak, pratik zekayla kolaycılığı birbirine karıştırmak, parayla kültürü aynı doğrultuda değerlendirip snopluğun dibine vurmak... Buram buram anadolu mu koktu ne!)
  • Nüfusu 5000 civarında olan yerli halk Sami'leri yok saymamaları, onlara neredeyse özerk haklara yakın haklar tanımaları. (Allah ulus devlet yapılanmamıza zeval vermesin! Amin.)
  • Eğitim sistemlerinin kusursuza yakın oluşu. (Birden Ressam Kenan Paşa ve İhsan Doğramacı geliverdi aklıma, hayırdır inşallah!)
  • Avrupa'da kadınlara oy kullanma hakkını tanıyan ilk ülke oluşu. (Bayan haklarını tanımada da ilk sıra bizde olmalı!)
  • Hadi herşeyi geçtim; sadece Linux ve Apocalyptica bile yeter be hacı! := )

Kaynaklar: Ak Zambaklar Ülkesi, Wikipedia

Ihla das Flores



Jorge Furtado'nun 1989 yapımı 13 dakikalık kısa filmi. Türkçesi Çiçekler Adası. Film, muazzam bir kapitalizm eleştirisi yapıyor; paranın icadından tutun da neoliberal politikaların kıskacına girmiş modern sömürü sistemine yani günümüze kadar çok şeyden bahsederek geliyor ve çok "basit"e indirgediği gerçekleri alenen yüzümüze vuruyor, sarsıyor.

Ama yönetmen tüm bunları yaparken, ne afili kelimelerle bezediği sert cümlelerle propaganda havası estiriyor ne de şahane bir görüntü işçiliği sergiliyor! Film kötü kotarılmış ses ve görüntü eşliğinde, "Bu film bir kurgu değildir. Çiçekler adası gerçekten vardır. Tanrı yoktur" deyişiyle başlıyor ve akabinde çok basit cümlelerle Porto Alegra şehrinden ve Ihla das Flores adasından alalade insanlar/hayvanlar hakkında çok basit cümleleler eşliğinde bir şeyler anlatmaya koyuluyor. Basit mantıklar kuruyor. Filmin sonuna doğru ise oluşmuş tüm mantık silsileleri size bir şey söylüyor! Hem de ne söylemek!


Özellikle ilmek ilmek işlenen kurgunun son karede patlama yaparak izleyeni koltuğuna yapıştırması ve gerekli mesajını çok sağlıklı veriyor olması harikulade olmuş.

Son pasaj: "...Yiyecek arama önceliğinde insanları Çiçekler adasında (Ihla das Flores) domuzlardan daha alta iten şey ne paralarının ne de sahiplerinin olmayışıdır.
İnsan diğer hayvanlardan çok gelişmiş beyni, kavrayıcı baş parmaklarından ve de hür oluşu sayesinde ayırt edilebilir.
Hürriyet, özgürlük şansına erişenlerin mevkidir. Özgürlük (liberty) insanların düşlerini canlı tutan bir sözcüktür. Ne ifade ettiğini kimse açıklayamaz ama herkes anlar!"




Aslında bu filmi çok tutmamın sebebi: Filmin, yaşamı sterilize edilmiş, dünyadan ve insanlardan tamamen kopuk bir halde yaşam sürmüş birine "kapitalist dünya düzeni" anlatısı yapar gibi sarkastik bir düzenle ilerlemesi ve bu olağanüstü zor işin 13 dakikada kotarılması.

Ezcümle; izleyin, izletin.

19 Şubat 2009 Perşembe

Rogerio Ceni ve Depreşen Anılar

Geçen hafta oynanan Sao Paolo - Bragantino maçının hemen başında yediği hatalı bir gol üzerine şok olup hüngür hüngür ağlayan bir kaleci izledik. Rogerio Ceni, hani kariyeri boyunca Ahmet Dursun'dan daha fazla gol atmış olan Güney Amerikalı çılgın kaleci.
Kronikleşmiş Volkan Demirel golü yemiş olsa kendisine bir nebze de olsa hak vereceğim ama çok da berbat bir gol yememiş esasında. Yediği gol sonrası da yaşadığı mental çöküş yaşaması ve 12. dakikada oyundan kendi isteği ile çıkması çok enteresan. Ya gururuna dokundu ya da tekrardan konsantrasyonunu toparlayamadı ve maça devam etmedi. Evet, bariz bir şekilde abarttı ama sahalarda nadir görülebilen, prosfesyonelliğe (!) sığmayacak kadar samimi bir hareket. Saygıyı hakeden cinsten.



Videoyu izledikten sonra aklıma ister istemez yıllar evvel oynanan Leeds United - Beşiktaş maçı geldi. Barcelona'ya İnönü'de 3 attığımız haftanın ardından Elland Road'da 6 gol yemiştik. (Ne kadar da Beşiktaşlı bir tablo ama!) Kalede Ike Shorunmu vardı. Refleksleri iyi, oyun okuması zayıf, sevimli, ortalama bir kaleciydi. O maçta, yediği 5. golden sonra -ki o ana kadar gollerin çoğunu hatalı yemişti- topu filelerden çıkarırken yüzünde bir gülümse belirdi bu adamın akabinde de 32 dişini görme şerefine nail olduk. Bizler, sahadaki kimi futbolcular utançtan, sinirden kıpkırmızı bir haldeyken; Pascal Nouma sahadaki ruhsuzluğa isyanını Miles'ın saldırarak gösterirken, bizim sevimli kalecimiz gülüyordu. Kim bilir, belki o gülüş ironik bir tavırdı ya da sinir gösterisiydi, bilemiyorum. Ama çok itici ve sinir bozucu olduğu kesindi.

Hatalı gol yemek demişken, Zalad'ı anmadan geçmek olmaz. Hani Ankaragücü'nde oynarken, 1992-93 sezonunun son haftasında averaj hesaplarına kalan iki takım Beşiktaş ve Galatasaray arasındaki şampiyonluk düğümünü çözen haysiyet sahibi kaleci! Ama bir saniye! 35 dakikada yediği 5 hatalı gol sonrasında ilk devre sonunda o da sahayı terk etmiş miydi! Yoksa tiyatral yeteneksizliği yüzünden oyundan mı alınmıştı? Hmm...


Alın size endüstriyel futbol manzaraları. Bir tarafta ender de olsa görülen amatör ruh ve onun futbol sahasına çok yakışan yansıması beri tarafta da profesyonelliğin getirileri ve paranın kudreti!



(Bahsi Beşiktaşlı kalecilerden açmışken Oscar Cordoba'ya değinmeden bitirmeyelim. Boca'da efsaneleşip Beşiktaş'a gelen ve adını Beşiktaş tarihine yazdıran, ligimize gelmiş en kaliteli futbolculardan, 100. yıl başarısının mimarlarından. Ve tüm bu başarılı yılların üstüne; başarısızlıklarını her zaman olduğu gibi t.direktör, futbolcu, hakem, federasyon, taraftar zafiyetine endeksleyen basiret yoksunu yönetimin, onu bir kalemde çizip takımından göndermesi hem de bok atarak... Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır ki, kulüp tarihinin en iyi kalecisi iftiralar sonucu Beşiktaş'tan rahatlıkla kopartılıyor, Zalad ile bir tutuluyor! Pes! Şu adama yapılan vefasızlığı düşündükçe hala içim eziliyor yemin ederim.)

17 Şubat 2009 Salı

Faşizm Konuşma Yasağı Değil Söyleme Mecburiyetidir!

Ronald Barthes'in enfes bir sözü. İlk kez okunduğunda gayet kafa karıştırıcı ya da saçma gelebilmekte. Fakat az biraz beyin jimnastiği ile idrakı kolaylaşmakta ve yerden göğe hak verilmekte.
Mesela Kürt sorunu üzerine alışılagelmiş bir kaç söylemi dillendirelim:

"Sonuçta devlet doğuya yatırım yapmakta hep geç kaldı, bölge insanına değer verilmedi, batıdakilerle eş tutulmadı. Kendi dillerine gereken saygı gösterilmedi, yok sayıldı... bıkbıkbık... haa, yanlış anlaşılmasın benim dedem yörükdür zaten, aslen Yozgatlıyız biz!"

"
İşi, aşı olmayan, yıllarca baskıya maruz kalan gençler mecburen dağlara çıktı. Geride gözü yaşlı Kürt anaları kaldı... bıkbıkbık... haa, Pkk terörist bir örgüttür, böyle düşündüğümü bilmenizi isterim!"

"
Diyarbakır cezaevi vakası var mesela. 80 sonrasının getirisi vahim bir olay. Bölge insanını derinden yaralayan, iz bırakan bir vahşet... bıkbıkbık... haa, belirtmekte fayda var; benim Türk polisiyle, kolluk kuvvetleriyle bir problemim yok, bunlar genelde münferit olaylardır!"

Homofobi üzerine girişilen tartışmalarda da bolca örneğini görebiliriz:

"Bence toplum olarak gaylere karşı önyargılıyız. Onları kısıtlamak bence insanlık suçudur... bıkbıkbık... haa, gay falan değilim ben, sadece onların hakkını savunuyorum!"


İtalik
yazılan kısımlara ve öncesine dikkat ettiniz mi? Belli bir konu üzerine fikrini belirten tutsak bünye, sözlerini nedense hitap ettiği kesimin doğrularına yönelik genel geçer kavramlarla tepki çekmeyecek şekilde sonlandırıyor. Ya da sonlandırmak durumunda kalıyor. Zira herşey/herkes hakkında özgürce yorum yapıp ahkam kesen bu tutsak bünye, kendisine yönelecek "toplumsal dürtü"lü tepkiye karşı köylü kurnazlığı ile önlem alıyor.
Aslında bu durum iki farklı yönden de ele alınabilir. Fikrini belirten tutsak bünyemiz, ya kaypak'tır, çemçük ağzıyla
bir öyle bir böyle konuşmaktadır. Ya da demokrasi uygulayıcısı olduklarını her fırsatta dillendiren oligarşik yapıların, fikir çatışmalarının ancak belli fikriyatlara bağlı kalınarak yapılabileceği, ezberine yenik düşmüş bir faşizm mağdurudur. Ve de çok büyük olasılıkla bu ezberi, kendi kontrolu dışında tekrarlamaktadır. Böyle bir mecburiyetin esiri olduğunun farkında bile değildir.

Ezcümle; düzen sana konuşma yasağı getirmiyor, konuş diyor konuş ama konuşma metninin çerçevesini benim belirlediğim sınırlardan oluştur, öyle konuş!

Ne kadar korkutucu, değil mi?




(Haa yanlış anlaşılmasın, ağzıma geldiği gibi yazıyorum ben, kimseyi hedef almıyorum!!1)

16 Şubat 2009 Pazartesi

İzmir Chp'nin Kalesidir!!!



Diğer bir deyişle, İzmir sosyal demokratların kalesidir.

Son günlerde herkesin ağzına sakız yaptığı, kimileri için gurur kaynağı olan, kimilerinin ise namus meselesi yaptığı bir durum. "Gavur İzmir" diyen mi ararsın, "Kurtarılmış bölge" olarak lanse eden mi?

Bakalım iddia edildiği gibi İzmir Chp'nin/sosyal demokrasinin kalesi mi, değil mi?

Öncelikle geçmiş seçimlerden günümüze doğru bir yolculuğa çıkalım. Bakalım durum neymiş, ne yönde değişim göstermiş. Seçim seçim kısa yorumlar yapacağım.

(Bu arada; incelemenin genel seçimler ve yerel seçimlerin "il genel meclisi" sonuçlarıyla sınırlandırılması çok daha sağlıklı olacak zira çoğu zaman belediye başkanı adayının kimliği parti kimliğinin önüne geçmekte. Dikili'de Shp'li, Hopa'da Ödp'li, Ordu'da Dsp'li politikacıların belediye başkanlığı yaptığı gerçeğini aklımızdan çıkarmayalım.)


1954 yılı genel seçim sonuçları:

1. Dp %61,18 20 vekil.
2. Chp %38.72 0 vekil.

Bu seçimlerde uygulanan sisteme göre bir ilde kim daha çok oy almış ise tüm vekiller o partiden çıkmaktaydı. Vekiller arasındaki korkunç sayı farkı bundan dolayı. Sonuçları yorumlamak gerekirse; Adnan Menderes'in Ege'li oluşu ve yıllar yılı tek partili sistemin bıkkınlığı Dp'yi birinci parti yapmış gibi. Ama Chp ile aralarındaki fark muazzam.


• 1957 yılı genel seçim sonuçları:

1. Dp %54,69 22 vekil.
2. Chp %41,88 0 vekil.

Önceki seçimde uygulanan sistem devam etmekte. (Alakasız not: Bu sistemle 2 seçim üstüste 400 küsur vekil çıkartan Dp'nin genel başkanı Menderes; Kırşehir'in, Osman Bölükbaşı'nın Millet Partisi'ni iki seçimdir birinci parti çıkarması üzerine, bu şehirde bir gariplik var diyerek ilçe yapmıştır.)
Dp ve Chp arasında fark azalmakta. Dp'nin tek parti yönetiminin pan zehiri olarak gelmesi ve sonrasında oluşturduğu tek particilik anlayışının bir sonucu olarak kan kaybetmekte.


• 1961 yılı genel seçim sonuçları:

1. Ap %55.04 10 vekil.
2. Chp %39.61 7 vekil.

60 muhturası sonrası ilk seçim. Dp kapatılmış, ileri gelenleri yargılanmış vs. Yerine Ap kurulmuş. Evet, bu sonucu halkın muhturacılara bir tepkisi olarak yorumlayabiliriz. Ama o halde Türkiye genelinde Chp'nin birinci parti çıkmasını neye yoracağız? (Adilane yapılan seçim sayımlarına mı yoksa?)


• 1963 yılı yerel seçim sonuçları:

1. Ap %57.97
2. Chp %38.91
3. Tip %2.03

Bu seçimlere de 60 muhturasının damgasını vurduğu açık. Fakat Chp'nin, Ap'nin bu kadar geride kalması sadece onunla açıklanamaz.


• 1965 yılı genel seçim sonuçları:

1. Ap %62.18 11 vekil.
2. Chp %29.79 5 vekil.
3. Tip %3,92 1 vekil.

Ap'nin ezici üstünlüğü devam etmekte. Bu arada Tip'in türkiye genelinde %2,97 ile toplam 14 vekil çıkardığı bu seçimlerde uyguanan Milli Bakiye Sistemi, şu an yürürlükte olan çağdışı sistemle karşılaştıralamayacak kadar demokratik.


• 1968 yılı yerel seçim sonuçları:

1. Ap %56.09
2. Chp %30.91
3. Tip %5.02

Ülke karışmış bir halde. Sokaklarda, mahallelerde, üniversitelerde çatışmalar şiddetle sürmekte. Ap'nin İzmir'de borusu hala ötmekte. Bir parantez de Tip'e açmalı, meclis yayınlarının devlet radyosu yayını ile vatandaşlara sunulması sonucunda Tip'in mecliste yaptığı etkili muhalefetin sonuca ulaştığı görülüyor.


• 1969 yılı genel seçim sonuçları:

1. Ap 53,24 11 vekil.
2. Chp 35.14 7 vekil.

Süleyman Demirel liderliğindeki Ap, hükümranlığını sürdürmekte.


• 1973 yılı genel seçim sonuçları:

1. Chp %44,05 9 vekil.
2. Ap %39,27 8 vekil.
3. Dp %7,91 1 vekil.
4. Msp %4,19

Askerler ülkenin gidişatı gene beğenmeyip el atarlar, Nihat erim başbakanlığında teknotratlar hükümeti kurdurturlar, tabi ki hükmetme güdüleri gene rahat durmaz ve birbiri ardına ohal'ler ilan edilir. 73 seçimlerine böyle bir psikoloji ile giren halk bu sefer Chp'ye sarılır. İzmir'de Chp'nin az da olsa Ap'nin önüne geçişini kesinlikle yapılan müdehaleye ve Necmettin Erbakan'ın Msp'sinin Ap'nin elinden aldığı %4'e bağlamak gerekir.


• 1973 yılı yerel seçim sonuçları:

1. Chp %46.29
2. Ap %42.16
3. Msp %2.56

Aynı yıl yapılan il genel meclisi sonuçları da genel seçimle paralellik göstermekte.


• 1977 yılı genel seçim sonuçları:

1. Chp %52,67 11 vekil.
2. Ap %39,66 8 vekil.

Karaoğlan efsanesinin yazıldığı seçimler olarak adledilen 77 seçimlerinde "halkçı ecevit" söylemleri ile Chp, İzmir'de Ap'yi sonunda tam anlamıyla geçebilmiş.


• 1977 yılı yerel seçim sonuçları:

1. Chp %52.42
2. Ap %43.10

Aynı yapılan il genel meclisi sonuçları da genel seçimle paralellik göstermekte.


• 1983 yılı genel seçim sonuçları:

1. Hp %37,25 8 vekil.
2. Anap %34,51 5 vekil.
3. Mdp %27,23 3 vekil.


6 yılın ardından yapılan ilk seçimler. Darbe sonrası Kenan paşanın ortaya attığı biri merkez sağ, biri merkez sol olmak üzere iki suni parti(Hp ve Mdp) ve Anap seçimlere giriyor. Darbe halkta gene ters etki yaratıyor ve Amerika'dan ithal Turgut Özal seçimleri kazanıyor. İzmir'de ise birbirine çok yakın bir tablo bulunmakta.


• 1984 yılı yerel seçim sonuçları:

1. Anap %39.75
2. Sodep %29.55

Anap sonunda İzmir'de de hükümranlığı ilan eder. Yeni kurulan Sodep, kapatılan Chp çizgisinin partisi ve seçimlerden gene 2. çıkmış.


• 1987 yılı genel seçim sonuçları:

1. Anap %35,80 8 vekil.
2. Shp %35,57 10 vekil.
3. Dyp %15,66 1 vekil.

Anap yine birinci parti. Erdal İnönü'nün partisi en çok vekili çıkartır. Ama genel tabloya baktığımızda sağ partilerin %50 ile İzmir'de gene başarılı olduklarını görebiliriz.


• 1989 yılı yerel seçim sonuçları:

1. Shp %45
2. Anap %21.33
3. Dyp %20.82
4. Dsp %7.58
5. Rp %3.14

Anap'ın inişe geçtiği, Özal'ın cumhurbaşkanı olduğu dönem. Dyp, Demirel ile Anap'a vekaleten verdiği oyları geri alıyor. Shp'nin çıkışı dikkat çekici. Ayrıca Ecevit ve Erbakan tekrardan siyasi sahneye çıkıyor. Ulusal sol ilk kez %50 üzerinde oy alıyor.


• 1991 yılı genel seçim sonuçları:

1. Dyp %27,58 7 vekil.
2. Anap %25,58 8 vekil.
3. Shp %24.5 3 vekil.
4. Dsp %15.45
5. Rp %5.97

Shp'nin çıkışı bu seçimde duruluyor. Merkez sağ yeniden İzmir'e hakim oluyor.

• 1994 yılı yerel seçim sonuçları:

1. Dyp %25.81
2. Anap %20.38
3. Shp %18.71
4. Dsp %16.52
5. Rp %7.42
6. Chp %5.55

Merkez sağ %45 ile İzmir'de başa güreşmekte. Hemen arkalarında Hep ile ittafaka giden Shp ve Ecevit'in Dsp'si var. Chp ise yeniden kurulmuş ve İzmir'den ancak %5.5 oy almış.


• 1995 yılı genel seçim sonuçları:

1. Dsp %24,40 6 vekil.
2. Dyp %23,86 7 vekil.
3. Anap %18,85 5 vekil.
4. Chp %13,87 4 vekil.
5. Rp %8,42 2 vekil.

Erbakan ve Rp'nin çıkışa geçtiği seçimler. Ülke genelinde Rp birinci parti ama İzmir'de durumlar çok farklı. Dsp, az farkla birinci, ardından %50'ye yakın oylarıyla sağ partiler gelmekte. Ve sonrasında Chp. Rp ise ancak beşinci.


• 1999 yılı genel seçim sonuçları:

1. Dsp %40,27 14 vekil.
2. Anap %15,82 5 vekil.
3. Mhp %11,08 3 vekil.
4. Chp %9,77
5. Dyp %9,57 2 vekil.

Abdullah Öcalan'ın yakalanıp ülkeye getirilmesinin üzerine yapılan seçimler, o esnada azınlık hükümetinin başında bulunan Ecevit'e ve Mhp'ye yarar. Mhp yıllar sonra meclise ayak basar. Ecevit, 77 sonrası ilk kez galip gelir ve İzmir'de muazzam farkla seçimleri alır. Bu sonuçlar İzmir'in ulusalcı yönünün ne denli kuvvetli olduğunun diğer bir ispatıdır. Sağ partilerden Anap ve Dyp ise düşüşte. Chp, barajı aşamadığından vekil çıkartamaz.


• 1999 yılı yerel seçim sonuçları:

1. Dsp %35.34
2. Anap %17.51
3. Chp %13.21
4. Dyp %11.74
5. Mhp %10.73
6. Fp %4.67

Aynı yıl yapılan genel seçimlerle paralellik göstermekte.


• 2002 yılı genel seçim sonuçları:

1. Chp %29,06 16 vekil.
2. Gp %17,51
3. Akp %17,17 8 vekil.
4. Dyp %9,33
5. Mhp %7,80
6. Dehap %5,18
7. Anap %4,21


Ve 2002 seçimleri. Siyasi yasaklı Tayyip Erdoğan ve kendilerine yenilikçiler diyen grup milli görüşden ayrılıp Akp'yi kurar. Ve sıcağı sıcağına yapılan seçimlerde sakat seçim sisteminin de yardımıyla tek başlarına iktidara gelirler. İzmir'de ise durum biraz daha farklı boyuttadır. Ülkede birinci çıkan parti bu ilde 3. durumdadır fakat işin en ilginci şehrin Cem Uzan'a ve Genç Parti'ye gösterdiği ilgi. Bu kısmı sosyologlara bırakmak en iyisi!
Şehir, genel olarak devletçi-ulusalcı partiye verdiği oy oranını yine vermiş ve Chp %30 sınırına dayanmış. Sağ partilerdeki durum ise gene %40-50 arasında. (Bir de Genç Parti'nin %17,51 ile kendini bilmezleri var.)


• 2004 yılı yerel seçim sonuçları:

1. Chp %35.23
2. Akp %32.32
3. Gp %6.6


Akp 2 yılda müthiş bir çıkış yapmış ve neredeyse Chp'yi yakalamış gözüküyor. Kendini bilmezler %6.6 ile yılmıyorlar.


• 2007 yılı genel seçim sonuçları:

1. Chp %35,46 11 vekil.
2. Akp %30,50 9 vekil.
3. Mhp %13,88 4 vekil.
4. Gp %7,50
5. Dp %5,19

Ve de geldik son seçimlere. Gene başa güreşen iki parti. Chp ve Akp, milletvekillerini neredeyse paylaşmış. Dp'nin ölü halinin izmir'de en az %5 oy alıyor oluşu da bizlere, bu toprakların nasıl bir siyasal geçmişi olduğunu gösteriyor.

Yunan işgali'ne uğramış, cumhuriyetin kurulumu aşamasında önemli pozisyonlarda bulunmuş (İzmir iktisat kongresi vs.), Kubilay vakası ve çok partili sürece geçişle başlayan Adnan Menderes'in şehir insanında kurduğu hakimiyet, sağ partilerin ve düzen yanlıların şehri ve gelinen şu son günler.

77 seçimlerinde Ecevit'in başında olduğu Chp'si, 89 yılı yerel seçimlerinde İnönü'ün Shp'si ve Öcalan'ın yakalanması sonrası yapılan 99 seçimlerinde gene Ecevit'in Dsp'si harici İzmir halkının seçimi hep sağ partilerinden yana olmuş.

Yani; İzmir Chp'nin kalesi değil! Bu çok açık.



Sosyolog değilim. Tüm bu nedenleri sonuçlarla doğru ilişkilendiremeyebilirim.
Burjuva siyasetine akıl sır ermediğinin de farkındayım. Ama bu şehrin insanını 2 türde incelemek gerektiğine inanıyorum.
Birinci tip İzmir'li, tarımla uğraşan taşrada yaşayan kesim. Bu kesim yıllar yılı sağ partilerin seçim vaadlerinin kurbanı olmaları sonucu sağ politikaya onay vermiş.
İkinci tip İzmir'liler ise şehirli olarak lanse edilebilecek (Kordon boyu apartmanları ve oralarda ikamet edenleri hayal edebilirsiniz.) insanlardan oluşmakta. Cumhuriyet kazanımlarından dem vuran ve ulusal bilinç ile hareket edip düzen partilerine oy veren yani yeri geldiğinde Chp yeri geldiğinde Dsp'ye, Ap'ye, Dyp'ye, Akp'ye ve hatta Genç Parti'ye oy veren kesim.


Ama asıl korkutucu olan bu yanlış bilinen durum değil. Korkutucu olan bu yanlış önermenin farklı bir şekilde kullanılması. "İzmir"e, "İzmir insanı"na anlam yüklenmesi. (İkinci tip İzmir'lilerden bahsediyorum.)
Kimi bünyelerde elitizm kimi bünyelerde de cumhuriyet savunuculuğu olarak vücud bulan bu yeni mikro-milliyetçilik çeşidi araştırmaya değer. Mesela İzmir'in son seçimlerine göz atarsak; Akp'nin olmadığı dönemde Refah-Fazilet-Saadet partisinin oy oranı %4 iken her fırsatta milli görüş'ün devamı olduklarını söyledikleri Akp'nin şu an İzmir'de %35'e yakın oy oranı alması "izmir" ve "izmir insanı" etiketine hiç uymuyor. Ha bu garipliğin sadece kömür yardımlarıyla açıklanması ise ayrıcana bir gariplik teşkil etmekte.

Öte yandan Akp'lilerin "İzmir kalesini düşereceğiz, gavur İzmir" lakırdıları, İzmir-Chp-kale saçmalığına ortak olmaları siyaseten cinlik yapmaları ve siyasal kutuplaşmaya ön ayak olmaları ve tüm bunlardan nemalanmak istemeleri "iktidar için her yol mübah" hallerine çok uygun.

Diyorum ki: Alan memnun satan memnun be!

Sosyalist Anne Babaya Sahip Olmak

Bolca örneği mevcut, malumunuzdur. Peki, anne/babanın sosyalist olması, sosyalist bir çevrede büyümeleri vs. ile çocuk üzerinde bir baskı uyguladıklarını, seçeneksizlik yaratıklarını söylemek mümkün mü? Kimi zaman, evet. Bunun yanı sıra, gerçekten sosyalist insanlardan bahsediyorsak eğer, bilinç sahibi olmalarını da beklemeli ve çocuklarına özgür bir yaşam alanı sağladıklarını hesap etmeli miyiz? Kesinlikle evet. İşte bu noktada; çağın/ülkenin politik konjuktürü, 80 sonrası dayatılanlar/dayatılmayanlar, popüler kültür vs. ile çevresel faktörlerin oldukça baskın olması ile bu devrimci abilerin/ablaların çocukları günümüzde pek şaşkın oluyorlar! Hep birikimliler ama aynı zamanda depolitize olmuş haldeler. (Çok pis genelledim, en yakınımdakileri tenzih ederim!:=)


En iyisi geçmişe dönelim de sosyalist bir aileyi gözlemleyelim.
Adnan ve Nafize Cemgil,
cumhuriyetin erken dönemlerinde; Ankara'da ilerici ve yurtsever aydınların başında geliyorlardı. Tan ve Görüşler gazetelerinin çıkışından önce Ankara'da sosyalistler, aydınlar, edebiyatçılarla beraber (Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Kemal Bilbaşar, Melih Cevdet Anday, Rifat Ilgaz) "Yurt ve Dünya" adında bir dergi çıkartmışlardı. Bu, o dönem açısından çok önemli bir adımdı. Tek parti diktasına karşı yapılan en muhalif işlerdendi. Bu sosyalist abiler/ablalar, binbir zorlukla çıkarılan bu derginin hem yazarı, hem finansörü, hem editörü, hem hamalı, hem dağıtıcısılığını yapmak zorunda kalmışlar. Faşist iktidar, dergilerini kapattıkça yılmamışlar yenisini açmışlar. Ama baskıların bittiği nerede görülmüş! Kimisi Tan Olayı'nda lince uğramış, kimisi mahpus olmuş, kimisi de sürgün yolcusu... Böyle bir kısır döngü ile ülke tarihinin en karanlık en zorlu yıllarını atlatmışlar.
İşte böylesine kasvetli, yorucu, umutsuz bir hayata gözlerini açmış Sinan. Hani
gencecik yaşında halkın kurtuluşu için mücadele eden, doğruları ve ideali için yaşayan, Nurhak Dağı'na ölmek için çıkan koca yürekli devrimci Sinan. Sinan Cemgil...


(Kıssadan hisse yaratmayalım, Sinan Cemgil'i olgunlaştıran faktörlere odaklanalım, yeterli. Ama Reşat Çalışlar'ı da eleştirmekten kendimizi alıkoymayalım tabi:=)


Düm Tek Tek


Olmazsa olmazlar:

  • 1 adet seksi kadın şarkıcı.
  • 3 adet seksi kadın dansçı.
  • 1 adet hareketli ingilizce parça.
  • 1 adet dillere pelesenk olması öngörülen saçma söz/ikileme
  • Çokça gurbetçi.
  • Bolca reklam.

Handikaplar:

  • Amatör ruh.
  • Müzikalite.
  • Geri planda yapılan sade sahne şovu.
  • İçimizdeki irlandalılar.
  • Dışımızdaki ermeniler.

Eurovision'u kazanmamız için uygulanması gereken formül aşağı yukarı bu. Formülün en vurucu iki öğesinden biri de bu şarkı, düm tek tek. Diğeri ise Hadise kızımız. Kendisi ne kadar yürek hoplatırsa puanımız o kadar artacak. Halkımız da kenetlenmiş bir halde onun seksi seksi kıvırtmasını izleyecek, daha seksi olması için dua edecek. Ayrıca kazanırsak tüm kıta avrupası brunch sohbetlerinde bizi konuşacak. Ne kadar avrupai olduğumuzdan dem vurup kadehlerini bizim şerefimize kaldıracak. Hindi geyiği unutulacak. Hasta adam iyileşti, denilecek. Barbar sözcüğü Vikinglere iade edilecek. Hadise de turkish delight ilan edilecek. Çok heycanlandım lan. Resmen düm tek. (Hey allaam)

15 Şubat 2009 Pazar

Sonbahar


"Hayata dönüş operasyonu daha derinlemesine işlenebilirmiş.
En güzel yıllarını sosyalizme vermiş olan adam neden devamlı olarak eskilerden dem vurup "bizim zamanımızda" ile başlayan destansı hikayeler anlatmadı ki.
Hem final sahnesinde annenin gözyaşları perdeden taşarcasına gözümüze sokulmadı ayrıca oğluna ölmeden yakın çekimde sarılmadı da ki o yüzden ağlayamadık inanır mısın.
Diyaloglar az.
Sinema sanatıyla fotoğrafçılık karışıtırılmış.
Hemşince kulak tırmaladı.
Çok sıkıcıydı."



Hazırlıklı olmak lazım. Zira bunları duymak çok olası.

Malum, sinamotografik bünyelerimiz histerik çağan ırmak sinemasının buyunduruğu altında. Karşılaştırma opsiyonlu beyinlerin acımasız eleştirileri hep olucaktır. Ama kaileye almamak lazım. Ki "boynumuzun borcu" olan selamımızı içtenlikle verebilelim.


Filme gelecek olursak; -ki izleyenler okursa daha çok tat alacaklardır-
film boyunca yamaçtaki tahta yatağında yani tabutunda çok şeyden habersiz bir halde annesine, arkadaşlarına hiç bir şey açık etmemek adına olağanüstü sakinlikle son günlerini geçiren, içindeki sonsuz hıncı sadece karadenizin uçsuz bucaksız ormanında tek başına çığırarak atmaya çalışan fedakar adama; karadeniz'in azgın dalgaları karşısında bir başına duran cesur adama; son günlerinde bile bir şeyler öğretmek, öğrenmek için çabalayan bilim aşığı adama; yema'sının biricik isteğini ciğerlerinin iflas edeceğini bile bile yerine getiren tulum aşığı, karadeniz aşığı adama; kızıl bayrağa sarılı tabutla Karadeniz'ine gömülen (aslında yeşeren) devrimci adama; aşkına; inancına; sosyalizm ideali uğruna heba ettiği en güzel yıllarına duru bir selamdı bu film.
Tüyleri diken diken eden, eksizsizce verilen bir selam. Gecikmiş de olsa yerine getirilebilmiş bir selam...


(Özcan Alper'e ve de filmin müziklerini yapanlara ayrıca bir selam!)

Fragman için: http://www.youtube.com/watch?v=URyq-tQE-tk


Madde Madde Aşk

  • Yanık tenli anadolu delikanlısının varlık sebebi.
  • Doğduğu semtin takımına aşkla bağlı arabacı'nın inancı.
  • Siyah ile beyazın ölüm ile yaşam olduğunun farkına varan revizyonistin hayat tutamacı.
  • Gündoğdu mu stadlara dayanan anarşiklerin devrim inadı.
  • Amcasıyla dayısına fena halde gıcık kapan hiperaktif sübyanın imdat çekici.
  • Güce tapmayanların, endüstriyel futbola lanet okuyanların kabesi.
  • Kansere karşı bağışıklık kazananların çilesi.
  • Kalabalıklar içinde yalnız olmanın cevabı.
  • Juventus'a, Fulham'a, Altay'a duyulan sempatinin kaynağı.
  • Duruş, hak, şeref, tarih, haysiyet, ruh, aşk sözcüklerinin akla ilk getirdiği.
  • Ve de illa ki; üç hece sekiz harf sadece Beşiktaş! Ne bir eksik ne bir fazla...

Barcelonismo

Türkçe’ye ya da herhangi başka bir dile çevrilmesinin imkansız olduğu, sadece Katalanca sözlüklerde bulanabilecek bir kelime: Barcelonismo! Kelimelerle anlatmanın yorucu, kullanılan kelimelerin ise çoğu zaman kifayetsiz kalacağı “Barcelona efsanesi”ni anlatmanın en kolay yolu! Peki, neyin nesidir bu efsane?

Efsaneyi sadece futbol oyunu üzerinden tarif etmeye kalkmak; kolaycılığa kaçmış olmanın yanı sıra Katalanların direnişine, köklü tarihlerine, geçmişlerine de büyük saygısızlık olacaktır.

FC Barcelona; Katalanların "mas que un club” (bir kulüpten ötesi) diye adlandırdığı, dünya üzerinde futbolla ilgili ilgisiz herkesin adını ezbere bildiği, tarihi başarılarla dolu, flamasının Katalan bayrağı, futbol takımının ise Katalunya ulusal takımı muamelesi gördüğü bir çeşit örgütlenmedir. Evet, başlı başına bir örgütlenme! Neden mi?

Bu sorunun cevabını İspanya tarihinde, daha da spesifikleştirmek gerekirse İspanya iç savaşı'nda ve sonrasında 40 yıl süren Franco diktatörlüğünde aramak gerekir. Enternasyonel Tugaylar tarafından, Madrid’i kuşatan faşist kuvvetlere karşı yazılan meşhur “No Pasaran” marşının çıkışına da sahne olan iç savaş; 19.yy’ın sonlarında Afrika’da kolonilerini kaybetmeye başlayan İspanya’nın büyük hızla ekonomik, sosyal ve siyasi bir çöküntünün içine girmesiyle 1936’da patlak verir. 17 temmuz 1936'da general Francisco Franco'nun komutasındaki milliyetçi güçlerin seçimle işbaşına gelen cumhuriyetçi halk cephesi koalisyonuna karşı ayaklanmasıyla başlamış ve 600 bin insanın ölümü, faşist rejimin iktidara gelmesi, 40 yıl süreyle ülkeyi yönetmesi, hatta ikinci dünya savaşı'nın başlangıcı sayılabilecek tehlikeli bir birlikteliğe (Almanya-İtalya-İspanya) sebebiyet vermesi, mihver devletleri'nin ilk dayanışmasına yol açması gibi vahim sonuçları doğurmuştur.

Barcelonismo, yani Barcelona - Katalan örgütlenmesi de bu 40 yıl sürecek Franco diktatörlüğünde ortaya çıkar. Örgütlenmenin ana malzemesi ise yazılması ve konuşulması yıllarca yasaklanan, resmen tanınmayan, açıkça yok edilmeye çalışılan, “Katalanca diye bir dil yok, o sadece bir lehçe” (ne kadar da tanıdık bir ifade!) denilerek aşağılanan kesinlikle şive ya da lehçe olmayan, koca bir halkın ana dili olan Katalanca olur!

İşte FC Barcelona da tam burada devreye giriyor. 40 yıl boyunca sokaklarda bile konuşulamayan Katalanca, Katalanların kabe’si Nou Camp’da ruhunu bulur, ete kemiğe bürünür. Katalan bayrağını alan stada koşar, her maçı tıka basa dolduyor ve faşist rejimin faşist polisinin gözünün içine baka baka, bağıra çağıra ana dilinden marşlar okur, iktidara, Franco’ya meydan okur. "Katil Franco" nidaları Katalunya’dan başkent Madrid’e kadar yankılanır her maç!

FC Barcelona’nın maçları onların özgürlük mücadelesi, futbol takımı ulusal takımları, bordo-mavi renkleri bayrakları, özgürlük simgeleri olur…

Gene bir özgürlük mücadesinde, gene Nou Camp’da binlerce özgürlük yanlısının katıldığı "savaş"ta kralın takımıyla karşılaşır Katalunya milli takımı. Tarih, 17 şubat 1974. “El gran classico” yani Barça - Real Madrid derbisi! Bir yanda İspanyolca’da "kral’ın takımı" manasına gelen, Franco’nun hiçbir maçını kaçırmadığı, egemenlerin takımı, diğer yanda "halkın takımı". Halkın takımı, arkasına aldığı Katalan halkının desteğiyle ve biraz da Johann Cruyff sayesinde şiir gibi bir futbolla inanılmaz bir skora imza atar. 5-0 ! Maçın bitimiyle Franco’nun yaşlı kalbi bu skora daha fazla dayanamaz ve kriz geçirir ve de 1 yıla kalmadan ölür. Diktatörün ölümüyle faşist rejim yerini yavaş yavaş da olsa demokratik rejime bırakır.

Katalanlara göre ise bu maç farklı bir anlam taşır. Bu maç neticesinde Franco’dan, baskıdan, asimilizasyondan kurtulup özgürlüklerine kavuşurlar. Yani faşist rejimin ipini FC Barcelona çeker!

Franco dönemi sonrasında ise 1978 İspanyol anayasası ile ispanya iç savaşı sonrasında kaybettikleri özerkliği geri alır Katalanlar. Baskı dolu yıllar artık geride kalmış. Bu esnada da FC Barcelona adeta küllerinden doğar, büyüme süreci başlar ve durmaksızın süreceğe benzemektedir artık.

90’lı yıllarla beraber özellikle Avrupa’da endüstriyel futbol gerçekliği hayat bulmaya başlar. Sportif rekabet yerini paraya, sponsorlara, politik çekişmelere, mafyalara, bahis oyunlarına bırakmaya başlar. Amatör ruh, temsil edilen değerler, tarihsel birikimler artık ikinci plandadır. Kulüpleri büyük şirketler, siyasetçiler, hatta mafya babaları (özellikle Sicilya’da) yönetir hale gelir. Artık kulüplerin başına geçen profesyoneller (!) rahatlıkla özel işlerini futbol aracılığıyla sonuçlandırmaya başlar. Kimisi devlet başkanlığına soyunurken, kimisi de uyuşturucudan kazandığı paraları aklama işini futbol piyasasında yapmaya başlar. Futbol sayesinde hem kirli işlerine kılıf bulurlar hem de şoven söylemleriyle yüz binleri kolaylıkla idare eder hale gelirler. Sponsorlar ise Fransa 98 dünya kupası finali’nin sonucuna direkt müdahalede bulunucak kadar ayak topuyla ilgidirler artık! E dünya günbegün globalleşmekte, futbol topu da bundan geri kalamazdı ya!

Hızla girilen bu süreçte elbette FC Barcelona da kimi küçük kimi devasa değişikliklere gitmek zorunda kalır. Ama yapılan bu değişiklikler kendisiyle eşdeğer büyüklükteki diğer kulüplere (Real Madrid, Man. United, Milan…) oranla kimi sektörlerde daha sınırlı olur ya da olmak zorunda bırakılır. Zorunda bırakılır çünkü kulübü herhangi büyük şirketler, petrol milyarderleri, kara paracılar, siyasetçiler değil de 106 bin üyeli devasa bir Katalan örgütlenmesi
yönetmektedir. Bu örgütlenmenin demokratik bir yapısı vardır ve "bir üye bir oy" ilkesi benimsenmiştir. İşte bu yapı sayesinde kulüp, şirket kuramaz ve vakıf örgütlenmesine gider.


Büyük ya da küçük futbol kulüpleri için forma reklamından elde edilecek gelirler olmazsa olmaz iken, FC Barcelona "forma renklerini kirletmemek" adına yıllarca göğsüne reklam almaz mesela. Son yıllarda büyük kapitallerin forma reklamı baskısına ayak diremesinin en büyük destekçisi ise Katalan halkı ve 106 bin üyeli örgütlenmesi olur. Bu onurlu bir direniştir! Fakat geçtiğimiz yıl bu direnişine son verir Katalan ekibi. Bordo - mavi renklerini kirletir (!) ve Unicef

reklamını taşıma kararı alır. Hem de beş kuruş para almadan! Üstüne üstlük her yıl yıllık gelirinin %0.7’sini Unicef’e bağışlamaya başlarlar. Kısacası, bırakın para almayı üstüne para vererek forma reklamı alır Katalan milli takımı!

İspanya hudutları dahilinde tek özerk bölge Katalunya değil elbette. Katalanlardan daha tutucu bir millet daha var. Bask’lar. FC Barcelona, Bask bölgesinin gayet muhafazakar takımı olan Athletic Bilboa (ki kadrosunda sadece Bask’lı oyunculara yer verirler.) kadar içe dönük, değişikliğe kapalı bir yapıya olmamasına rağmen takımın Katalan kimliğiyle özdeşleşmiş olması nedeniyle oyunculara ve teknik kadroya Katalanca öğrenme zorunluluğu getirmiştir. Milli kaleci Rüştü Reçber'in 2 aylık Barça serüvenini Katalanca öğrenerek bitirmesi bu uygulamaya güzel bir örnek oluşturur. (7 yıl ülkemizde yaşadığı halde tek kelime dilimizi konuşmayan/konuşamayan Gordon Milne’in kulakları çınlamış mıdır acaba!)

Eskiye oranla çok daha rahatlayan, refah düzeyi oldukça artan, yaşam standartları İspanya'nın geri kalanına oranla çok iyi olan Katalanlar, tüm bu "kaytarma" sebebi sayılacak yeni özelliklerinin aksine halen dillerine, kültürlerine sıkı sıkıya bağlılar. Yılların alışkanlığı mı dersiniz, genlerinde var mı, bilemem ama bu halk, dayanışma düsturunu hiç elden bırakmıyor. Şimdilik dışarıdan "tuzları kuru" gibi gözüküyor olsa bile her maçta “Catalonia is not Spain” pankartını açıyorlar. İnatla Katalan topraklarını savunup, 40 yıl yasaklanmış olan dillerine, kültürel miraslarına sahip çıkıyorlar! (Bir an için buna benzer bir pankartın memleketimin her hangi köşesinde her hangi maçta açılma ihtimalini düşünüyorum! Hemen sonrasında olacaklar geliyor aklıma, korkuyorum...)



Bu ve bunun gibi yüzlerce sebepten dolayı FC Barcelona özel bir kulüptür. Taraftarı da hem gururludur hem de duruş sahibidir! (bkz: beşiktaşlı duruşu) Katalan taraftarlar kulüplerini o kadar çok yüceltir ki dünyanın en büyük kulübü sayılan Manchester United bile onlar için sıradan bir takım oluverir. Açıkçası çok da haksız sayılmazlar!


Faydanılan kaynaklar: wikipeida, takımdan ayrı düz koşu - tanıl bora, yiğiter uluğ.

Saracoğlu Faşisttir!


Şükrü Şaracoğlu: Ülke tarihinin belki de en ırkçı başbakanı.

Şöyle ki; 1942 senesinde yani İkinci Dünya Savaşı sırasında devlet katında Alman hayranlığının en üst mertebede olduğu, halkın arasında ise ırkçı akımların revaçta olduğu dönemde "milli şef" İnönü tarafından başbakanlığa atanmıştır. Başbakanlığı sırasında Nazi Almanyası'nın savaşı kaybedeceğinin anlaşıldığı döneme kadar geçen süreçte tamamen ırkçı politikalar benimseyen bu zat, savaşın sonunda ise İngiliz - Amerikan ve Sovyet güçlerinin kazanımı karşısında boyut değiştirecek ve en ahlaki ifadeyle "denge politikası" gözetecek ve herkese eşit mesafede duracak yani herkese yamanmaya çalışacaktır. Sonrasında ise Atatürk'ün "muassır medeniyetler seviyesine çıkma" hedefini -her zaman olduğu gibi- emperyal kuvvetlerin müttefiki olmak olarak algılayıp ülkeyi Amerikan politikalarına teslim edecektir.

Her neyse konuyu çok dağıtmayayım. Zaten amacım dolu dolu Saracoğlu anlatısı yapmak değil, kendisini sadece futbol sahasına ismi verilmiş türk büyüğü olarak bilenlere küçük hatırlatmalar yapmak. Kendisi hükümet programını açıklamak üzere başbakan olarak ilk kez meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada: "Biz Türk'üz, türkçüyüz ve daima türkçü kalacağız. Bizim için türkçülük bi kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir" diyor. Bu konuşmanın yurtta yarattığı yankılarını burada ne derecede yansıtabilirim, bilemiyorum ama Nihal Atsız'ın (Turancılık akımının peygamberi) başbakana yazdığı mektupta yazdıklarına bakarsak fikir sahibi olabiliriz kanımca. Kendisi, Saracoğlu'na hitaben diyor ki: " ...ne ırkımızın ne devletimizin tarihinde, Türk milliyetçiliği resmi bir ağızdan bu kadar kesin sözlerle hiç bir zaman açığa vurulmamıştı. Bu sözlerin türkçü çevrelerde nasıl sevinçle karşılandığını anlatmaya lüzum yoktur." (Üzerine yorum yapmaya bence de lüzum yoktur, efendim.)

Başbakanlık yaptığı dönemde dünya politikası hangi yönde esiyor ise o yöne meyl etmeye çalışan Saracoğlu, ülke içinde de boş durmamış ve sol fikirli aydınlara (Sertel'ler, Behice Boran, Korkut Boratav, Sabahattin Ali, Aziz Nesin...) baskısını her dönem hissettirmiş. Kimi zaman kurdukları dergileri atılımcı idareci, kemalist kalkınma projesinin en önemli figürlerinden milli eğitim bakanı Hasan Ali Yücel yoluyla uyararak kapattırmış bazen de Tan Olayı'ında olduğu gibi ırkçı-türkçü üniversite gençlerini ayaklandırıp yakıp yıkarak kapattırmıştır.

Bir de Fenerbahçe stadına isminin verilmesi hadisesine göz atacak olursak; Maliye bakanlığı yaptığı dönemde Fenerbahçe'nin Kadıköy'de kendine ait sahası olmaması üzerine her zaman top oynadıkları sahanın (Papaz çayırı) sahibi İttihatspor'dan (eski Altınordu) mülkiyetini isterler. Ama İttihatspor Fenerbahçe'nin stad isteğine hayır der. Bunun üzerine devreye Saracoğlu girer. Önce mecliste 'tek maddelik bir yasa' çıkartır: "Aynı semtte kurulmuş ve faaliyet gösteren spor kulüplerinin sayısı birden fazla ise, o semtte üye sayısı fazla olan kulüp faaliyetlerine devam eder." Evet, yasa aynen böyledir. Böylelikle Papaz çayırının sahibi İttihakspor devre dışı bırakılır. Sahaya milli emlak idaresi el koyar. Ardından da Fenerbahçe'ye kiralar. Adını da değiştirip Fenerbahçe Stadı koyarlar. Bunlarla doymayan Fenerbahçe yönetimi bu kez de stadın mülkiyetini ister, o dönemde Adliye bakanlığına atanan Aaraçoğlu'na gidilir ve sonuç beklenen de iyi olur. Stad, -para dahi verilmeden- göstermelik bir rakam olan "1 türk lira"sına Fenerbahçe'ye devredilir. Sonrasında Saracoğlu, Fenerbahçe başkanlığına seçilir ve başbakanlılığının sonuna kadar da sürdürür.

İstanbul'da yaşayan gayrimüslimlerden varlık vergisi alınması fikriyatının da mucidi(!) olan bu ırkçı, alman hayranı, nazi bıyıklı başbakanın adını stad isimlerinde yaşatanlara selam edip, 45'li yılların mottosuyla yazımı bitiriyorum: Saracoğlu Faşisttir!


Kaynaklar:
Politik Goller, E.Kılıç - Behice Boran, G.Atılgan - Nihal Atsız'ın Yaşam Öyküsü, Bakırezer

11 Şubat 2009 Çarşamba

Uras Üzerine


Masal anlatan dedeler olur ya aha bu adam o tontonlukla diyalektiğe de bağlı kalarak anlatıyor sosyalizmi, çıkış yollarını, sistem açmazlarını, barışa duyulan özlemi, demokrasi anlayışını...

Yüzümde bir gülümseme iki elim çenemde dinliyorum. Kadife gibi bir sesi de var zaten. Huşu içinde dinliyorum. Sonra içim geçiyor. Uyuyup kalıyorum. Alışkın olmadığım bir tarz çünkü bu. Devrim ateşiyle yanan bünyelerden tükürükler saçacak kadar öfkeyle çıkan inatçı söylemler duymuşum hep. Bu tonda çıkmış bir ses karşısında afallıyorum. Evet, çoğu zaman mantığına hayran kalıyorum, anektodlarını ağzım açık dinliyorum, olay örgülerinin mükemmeliğini karşısında acziyet içerisinde kalıyorum. Doğru.

Fakat sosyalistlerin ellerini kollarını bağlayan, pasifize eden, fena halde miskinleştiren hali hazırdaki konjuktürün yanına bir de sosyalist dede'nin anlattıkları... Kalakalıyorum. Aktivist tadında yaşam formuna kulaç atıyorum. Durağanlaşıyorum. Durgun suya baraj kuruyorum. Sonra da iki elim çenemde neden elektrikler kesik diye söylenip duruyorum.


Oysa ki meclis'e tünel kazarak bin umut ile göndermiştik O'nu. Gider gitmez de çalışmalarına başlamış; meclisde basın toplantıları yapmış, Hrant'ın davasında adliye koridorları aşındırmış, Tuzla'da ki işçi ölümlerine dikkati ilk o çekmiş, 1 mayıs'da taksim meydan muharebesi'nde işçilerin yanında yer almıştı.
Bağımsız bir vekil olarak meclis kürsüsünden seslenmenin zorluğunu aklımdan çıkarmadan düşünüyorum: Tüm iyi niyetli, sağ duyulu didinişleri, "69 seçimlerinden beri meclise giren ilk sosyalist vekil benim" diyen birinden beklenenler değil malasef. Liberal söylemlerle oportinizme yelken açması,
ergenekon açmazında sıkışıp kalması, parti içi huzursuzlukların sonucunda dev-yol'culara seçim kaybetmesi vs. ile de üzerine yazılan/çizilen argümanlar doğrulanmakta.


Can sıkıcı ama durum şimdilik bu.

Mezar Kazıcıları


Ellerinde kazmalar, kürekler...

Bugünlerde rahatsız etmek istiyorlar onu. Binbir telaş içindeler. Oldu bittiye getirme telaşı bu. Yaklaşan seçimlerin telaşı. Kimisi kültür bakanı maskesiyle rol kesmekte, Kimisi 'ben de ben de düşünce suçlusuydum' pişkinliğinde. "Memleketim"in içini oyanı mı arasın, "kız çocuğu" ile yürek dağlayanı, gözyaşlarına o'nu alet edeni mi? Sanki meclis çatısı altında O'nu vatan haini ilan eden onlar değilmiş gibi, meclis kürsüsünden adını zikredenleri onlar linç etmemiş gibi. Olanca aymazlıklarıyla Nazım'dan dem vurmaktalar.

Ellerinde kazmalar, kürekler... Toprağını deşmekteler. Protokol sırasıyla konuşup devlet töreni ile memleketine gömme peşindeler. Sanki O, dünya vatandaşı değilmiş gibi, sanki her yer O'nun vatanı değilmiş gibi
. Sanki O'na bu toprakları dar etmemişler gibi...

Ellerinde kazmalar, kürekler...


Kazmalar.

4 Şubat 2009 Çarşamba

Bismillah

Nedenini pek kavrayamadığım bir teknoloji düşmanlığım var benim. Mühendis olmama, hem de mühendisliğin en teknolojik alanında eğitim almış olmama rağmen hala çok mesefaliyim fen bilimlerine. i-pod, high definition, bluetooth gibi ecnebiceden dilimize çevrilmeye bile fırsat bulamadan piyasaya düşmüş teknolojik aygıtlara/aparatlara hep yabancı kalasım gelir. Ne oldukları, ne işe yaradıklarını öğrenmek istemez canım, ta ki onlarsız cümle kuramayan güruhla karşı karşıya gelene kadar. İşte o zaman ucundan kıyısından birşeyler kapıyorum da ben de cümle içerisinde kullanabiliyorum.

Çok uzattım. Blog dünyası da benim için öyleydi. Birileri blog tutuyordu ve birileri de blog okuyordu. Bense blogsuz hayatımda mutlu mesut yaşıyordum. Sonra başımı kaldırdım, önüm/arkam sağım/solum blog olmuş. Yazabileni de burada, yazmak isteyenide. (dahi anlamındaki de/da'yı ayrı yazmayanları bile.)

Başlamak gerekti. Hele ki
itü sözlük'e yazmaya ara verdikten sonra mutlaka yazmaya devam etmem gerekti. Ondan yani; yoksa gayet iyiydim ben, asıl beni bile e-dünya tiryakisi yapanlar utansın!

Başlıyorum, kaçılın.